Seapracy


Çocukluğumda ilk defa köyümüze gidip dağların arasındaki ırmakta tuttuğumuz kırmızı benekli alabalığı yediğimde tadını hiç unutmamıştım. İstanbul'a döndüğümde babama anlatmış ve balık almasını istemiştim. Babam o tadı şehirde bulamazsın dediyse de çocukluk ısrarı ile havuzda yetişen büyük bir alabalık almıştı. Köyde tuttuğumuz balıktan çok büyüktü. İlk lokmada yemeyi bırakmıştım ve neden olduğunu anlayamamıştım. Şimdilerde farklı yerlerden gelenlerin aşırı avlanmasından dolayı pek balık kalmamış köyde. Asıl balıkları bitiren çocukların ağla yakaladıkları yavrulardı. İnsan haddini bilmiyor.


Marmara bir süredir deniz salyasıyla boğuşuyor. Bu sıralar izlemek istediğim Seaspiracy belgeseli vardı yeni yapımlardan. Fırsat buldum izledim. Dünya kirliliğinden, denizlerin durumundan, aşırı avlanmalardan dolayı balıkların tehlikede olduğundan bahsediyor. Farklı yerlerde gördüğümüz, görmeye alıştığımız muhteşem deniz fotoğraflarının ve videoların bir de anlatılmayan, gözden kaçırılan ya da pek de umursanmayan yönleri var.


Dikkatimi çeken bir husus oldu belgeselde. Dünya medyasında hep denizlerdeki kirliliğin sebebinin insanların denize attığı plastikler olduğu vurgulanır. Plastikler, poşetler, pipetler… Fakat ticari balıkçılığın zararlarının devede kulak misali olduğunu ve dünyaya nasıl zarar verdiğini medya göstermiyor, belgesel ise bu konu üzerine ilerliyor. Zararın büyüğü küçüğü olmaz elbette hepsi zarar. Fakat bir birey olarak denize çöp atmazsak da birileri bizim için atıyor. Çünkü fazla tüketiyoruz. Talep oluşturup arz etmek ve daha çok kazanmak.


Esasında insan aşırıya kaçtığında dünya zarar görüyor. Sadece denizler değil. Mesele dönüp dolaşıp kendimize geliyor. Her topluluk bireylerden oluşur ve gücü başkadır. Nefes alıyorsak umudumuzdan olmalı.